Sarhoşadam Günlüğü – 9. Gün: Ares’in Patisi ve Ölümün Kıyısı

Günlerden pazartesi. Ama bizim için haftanın gününün bir önemi yok. Takvim yalnızca soba borusuna sıkıştırılmış bir kağıt parçası. Bugün Ares’le evin içinde fazla sessiziz. Sobanın içindeki köz sönmüş, ben sanki birkaç gündür hiç kalkmamışım gibi. Belki gerçekten kalkmadım.

Üzerimdeki içlik birkaç gündür aynı. Ares bana kızıyor gibi davranıyor ama bakışları yine yumuşak. Mama kabını yarıladıktan sonra yanıma gelip kucağıma kıvrıldı. Sırtı sıcak, patileri titrek. Bugün o da huzursuz.

Dışarı çıkmak istedim. İçimde anlamsız bir sıkıntı vardı. Bazen sadece yürümek ister insan, sebep aramaz. Giyindim. Daha doğrusu içliğin üstüne palto niyetine bir şey geçirdim. Terliklerimle çıktım sokağa. Ares de arkamdan fırladı. Her zamanki gibi yanımda.

Mahalle bu sabah daha soluktu. Bakkal henüz açılmamıştı, Naciye Teyze balkonda yoktu. Sokağın sonundaki çöp konteynerine yaslanıp sigara içmek istedim. Ares ileriye doğru seğirtti. Ben tam ceketimin cebine uzanmıştım ki… bir fren sesi!

İlk refleksim Ares’e bakmak oldu.

Ares karşı kaldırıma geçmişti. Tam arkamdan geçen dolmuş beni sıyırmıştı. Sıyırmak ne kelime… dizimden aşağısı bir an için havalandı. Sonra asfaltla tanıştım. Betonun soğukluğu, başımın içindeki uğultuya karıştı. Bir kadın sesi, bir çocuk çığlığı, bir motor homurtusu… Hepsi bir anda yok oldu.

Gözümü açtığımda başımın üstünde gökyüzü vardı. Ama mavi değildi. Griydi. Sessizdi. Göz kapaklarım ağırdı ama açık tutmaya çalıştım. Ares yanıma gelmişti. Göğsüme çıkmıştı. Miyavlamıyordu. Sadece bakıyordu. Sanki “şaka mı bu?” der gibiydi.

Bir adam belirdi. Elinde telefon.
“Ambulans geliyor, abi! Dayan abi!”

O an içimden sadece şu cümle geçti:
“Ambulans gelmesin, Ares burada ya, yeter.”

Gözlerim tekrar kapanırken burnumda bir şey hissettim. Ares’in patisi. Tam daima yaptığını yaptı. Patisiyle burnuma dokundu. “Uyan” demenin kedi hali. Ama bu sefer, bu dokunuş başka bir şeydi. “Gitme” gibiydi.

Uyandığımda ambulansın içindeydim. Serum takılmıştı, yanımda Ares yoktu. İlk sorduğum şey oydu:
“Kedim nerde?”
Ambulanstaki hemşire şaşırdı.
“Kediniz mi? Yanınızda kedi yoktu…”

İçim birden buz kesti. Ares nereye gitmişti? Sokağın ortasında, beni orada bırakmazdı. Gözlerimi tekrar kapattım. Ve tekrar Ares’i düşündüm. Onu tanıyan herkes bilir, o bir kedi değildir. O bir gölge, bir yoldaş, bir hayat tutamağıdır.

Hastanede üç gün kaldım. Beyin sarsıntısı, dizde çatlak, bir kaburgada ezilme… Bunlar önemli değil. Üç gün boyunca kimse gelmedi. Ama dördüncü günün sabahı pencerenin demir korkuluklarında bir tüy buldum. Gri. Tam Ares’in tüyüydü.

Çıkış belgemi imzaladım. Sarsak adımlarla mahalleye döndüm. Sokağa girdiğimde kimse bir şey demedi. Naciye Teyze balkondan bakıp gözlerini kaçırdı. Bakkalın önünde oturan Bekir Abi başını eğdi. Beni görmüyorlardı. Çünkü ben orada yoktum. Belki artık yoktum zaten.

Eve vardım. Kapıyı açtım. Sessizlik. Ev hâlâ dağınık, hâlâ benim. Ama Ares yok. “Gitmiş” dedim kendi kendime. “Kediler bazen gider.”

Bir hafta geçti. Her gece yatağa Ares’in tırnak izleriyle girdim. Her sabah sobanın közüne onun sessizliğini üfledim. Bekledim. Günler birbirine karıştı. Zaman kavramı yeniden çöktü üzerime.

Ve bir sabah… camdan dışarıya bakarken, kapının önünde kıvrılmış gri bir gölge gördüm. Terliğimi ayağıma geçirmeden fırladım. Kapıyı açtım. Ares, oradaydı. Burnu biraz çizik, gözü biraz yaşlı ama hâlâ o gri gölge. Göz göze geldik.

O an hiçbir şey söylemedim. Söylenecek bir şey yoktu. O zaten her şeyi anlatmıştı. Kendince dönmüş, kendi yolculuğundan geçmiş, ama beni bulmuştu.

Ares içeri girdi. Mama kabına gitti. Ama yemedi. Önce yanıma geldi. Dizime başını koydu. Ve uyudu.

Ben oturdum, rakı bardağımı doldurdum. Ağlamadım. Gülmedim. Sadece yaşadığımı hissettim. Ve fısıldadım:
“Beni hayata sen döndürdün Ares. Bir daha hiçbir yere gitme.”

Bugünlük bu kadar.
Bugün ben ölmedim.
Bugün Ares beni geri getirdi.