Bugün sabahın sessizliği farklıydı. Ares bile geç uyandı. Normalde gün doğmadan önce başımın üstünde zıplar, mama için kavgaya tutuşur. Ama bu sabah sessizdi. Balkonda, gökyüzüne bakıyordu. Ben de sobanın yanında oturmuş, boş deftere bakıyordum.
Tam o sırada kapı çaldı.
Çok nadirdir. Bu evde kapı çalınmaz. Ya Ares açar, ya dünya kapanır. Ama bugün birisi geldi. Açtım.
Kapıda kimse yoktu. Sadece bir zarf. Eski bir zarftı. Üstünde zar zor okunabilen harflerle bir not:
“Sana yazamadıklarım.”
İmza yok. Ama yazının şeklinden tanıdım. Ayla.
Ares zarfın yanına geldi. Kafasını eğdi. Sonra bana baktı.
“Gerçekten açacak mısın?” der gibi.
Açtım.
İçinden tek bir sayfa çıktı. Birlikte yaşadığımız son günün ardından yazılmış ama yollanmamış bir mektup.
“Belki sen de sustun çünkü benim kadar korktun.
Belki bu evin duvarları bize dar geldi, belki biz birbirimize fazla büyük geldik.
Ama ben hep seni sevdim.
En çok da susarken.”
Okudukça elim titredi. Gözlerim mektuba değil, arkasındaki boşluğa daldı. Ares yanımdaydı. Sırtını bana dayadı.
“Yıkılma be adam,” der gibi.
Mektubu katladım. Ceketimin iç cebine koydum. Yırtmadım. Yakmadım. Çünkü bazı şeyler yok edilmez. Bazı şeyler sadece taşınır.
Bir çay koydum kendime. Rakı değil bugün. Ayla’yla rakı içilmezdi zaten. Onunla sadece çay içilirdi. Limonlu, bazen çok sıcak, bazen çok suskun.
Camın önüne geçtim. Mahalle yine sessizdi. Ares camın pervazına çıktı, dışarı baktı. Bir kuş geçti gözümüzün önünden. Sanki o an Ayla’nın gülüşü havada asılı kaldı.
Ares döndü, omzuma zıpladı. Başını yana yasladı.
Sanki “bir daha gelmezler ama biz hatırlarız” der gibiydi.
Defteri açtım. Bugün çok kısa bir şey yazdım:
“Sana yazamadıklarım kaldı.
Ama sustuğum her şey hâlâ burda.”
Mektubu tekrar çıkardım. Bir kere daha okudum.
Ve sessizce geri katladım.
Ares, başını benim başıma yasladı.
O an… dünyada başka hiçbir ses kalmadı.