Bugün günlerden gün değil. Saat öğleyi biraz geçmiş. Sobanın közleri hâlâ sıcak ama içim buz. Ares pencere kenarında yatıyor, kuyruğu sallanmıyor. Ben mutfağa girip yavaşça rakı sofrası kuruyorum. Sebep yok. Sadece öyle bir gün.
İki kişilik tabak hazırladım. Biri bana, biri olmayan birine. Sofraya iki kadeh koydum. Biri dolu, biri de hep boş kalacak. Ares gelip sofraya göz ucuyla baktı. Kokuya değil, manzaraya dikkat kesildi.
Elimi uzatıp çakmağı aldım. Sigara yaktım. Kadehi elime aldım. İçmeden önce usulca dedim:
“Bugün biraz konuşmam lazım…”
Ama konuşacak kimse yoktu. Ares dışında. O da başını çevirdi, pencereden dışarı bakmaya devam etti. Sanki “bu senin savaşın, ben karışmam” der gibi.
İlk yudumu içtim. Boğazımdan geçerken Ayla’nın sesi geldi kulağıma. “Yavaş iç, sarhoş oluyorsun hemen…”
Yüzümde küçük bir gülümseme belirdi.
“Zaten öyleyim ya,” dedim kendi kendime. “Ayıkken bile sarhoşum ben…”
İkinci yudumu içerken camın dışından yağmurun sesi geldi. Cam buğulandı. Ares oradan dışarıyı izliyor ama gözleri nemli. Gerçekten mi?
Kalktım, camı sildim. Dışarısı boş. Sokak gri, ağaçlar çıplak, çöp poşeti uçuyor bir köşede.
Tam o an, içeri dönüp kadehime baktım. Ve şu cümle döküldü dudaklarımdan:
“Yalnızlık, iki kadehten birini hep dolu bırakmaktır.”
Ares yerinden kalktı. Sandalyeye atladı. Yavaşça masaya yaklaştı. Kadehlere değil, bana baktı. Başını eğdi. Sonra usulca patisini masaya koydu. Her zamanki gibi:
“Yeter be adam…” der gibi.
Ben gülümsedim. Son bir yudum daha aldım. Defteri açtım. Yazmak istemedim. Ama elim titreyerek şunu yazdı:
“Sessizce kurulan bir sofra, en çok kendine sitem edendir.”
Ares masadan indi. Sobanın yanına döndü. Uyuyormuş gibi yaptı ama uyumadı.
Ben, boş kadehi kaldırdım.
O kadehte kimse yoktu. Ama yine de içtim.
Çünkü bazen konuşmak istersin.
Ve kimse yoktur.
Ama biri hep vardır.
Bir kedi mesela.