Sabah değil. Öğle değil. Zaman diye bir şeyin anlamı kalmadığı saatlerden biri. Ares sessiz. Mama kabına bile mırıldanmadan yanaştı, birkaç lokma aldı ve pencereye döndü. Camı açtım. Rüzgâr var. Temiz değil ama serin. Şehir her zaman kirli bir nefesle esiyor zaten.
Bugün evin içinde duramadım. Sanki Ayla’nın fotoğrafı duvarda yokmuş gibi hissetmek istedim. O yüzden yürümeye çıktım. Terlikleri giydim, Ares her zamanki gibi peşimde. Ne zaman duygusal olarak bataklığa saplansam, Ares yanı başımda oluyor. Ne tesadüf…
Sokağın ucundaki kavşakta karar verdim. Mezarlığa gideceğim. Ayla orada değil. Ama geçmişin bütün gölgeleri orada dolaşıyor. Babam orada. Annem de. Ares orada hiç miyavlamıyor. Sadece yürür. Sessizce.
Demir kapının önünde kısa bir duraksama. Kapı açık. Sanki biri girmemi bekliyor. İçeri adım attım. Ağaçların gölgesinde kuş sesi yok. Taşların üstündeki isimler bana yabancı ama tanıdık. Hepimiz o sessizliğe doğru ilerliyoruz, değil mi Ares?
Bir banka oturduk. Ares’in gözleri kapalı ama kulakları tetikte. Ben cebimden buruşturulmuş bir şiir parçası çıkarıyorum. Dün gece yazmışım. Kırık dökük ama gerçek.
“Bir mezar taşı kadar netti gözlerin,
Sessizliğe taş attım, cevabı sen oldun.”
Bir anda Ares ayağa fırladı. Gözleri bir noktaya sabitlendi. Otların arasından biri mi geçti? Fare? Kuş? Hayır… boşluk. Ama Ares’in bakışı boşlukta değil, bir taşın üzerine… bir isme kilitli. Ayağa kalktım. Yaklaştım. Üzerinde silinmeye yüz tutmuş bir ad: “Ayla E.”
Donup kaldım. Bir isim bu kadar mı ağır olur? Ayla’nın soyadını hatırlamıyorum. Hatırlamak istememişim yıllarca. Belki o değil. Belki sadece bir rastlantı. Ama Ares o mezar taşının dibine oturdu. Kuyruğunu sardı. Gözlerini kapattı.
Ben de çöktüm yanına. Uzun süre konuşmadık. Konuşulmazdı zaten. Rüzgâr yaprakları taşların arasına savurdu. Bir tanesi Ayla’nın mezarına denk geldi. Ares ayağıyla yaprağı çekti kenara. Sanki “saygılı ol” der gibi.
Bilmiyorum, gerçekten o muydu? Belki sadece isim benzerliği. Belki evrenin bana yaptığı bir oyun. Belki yıllardır duvarda baktığım o fotoğraf artık sadece bir yüz değil, bir mezar taşıydı.
Ares patisiyle toprağa dokundu. Ayağa kalktı, omzuma zıpladı. Artık gitme vaktiydi. Her şeyin bir zamanı var. Bu anın da bittiğini sadece o biliyordu. Ben hâlâ donmuştum.
Yolda konuşmadık. Ben düşündüm. O önümüze çıkan sokak kedilerini kovaladı. Mahalleye vardığımızda Naciye Teyze pencereden bağırdı:
“Yine nereye kayboldunuz siz ikiniz?”
Ses duvar gibi çarptı yüzüme. Ama yanıt vermedim. Ares arkamdan dönüp bana baktı. İlk kez gerçekten bir insan gibi baktı. Sanki “hadi artık, çok kalmadık orada” dedi.
Eve girdik. Sobayı yakmadım. İçimi ısıtacak başka bir şey yoktu. Bir kadeh doldurdum. Yazmak istedim, olmadı. Gözüm, Ares’in sessizce kıvrıldığı pencere köşesine kaydı. Bugün hiçbir şey yazılmayacak. Çünkü bazı günler sadece susulur.
Bugün mezarlık duvarının gölgesinde hem bir geçmişle, hem bir isimle, hem de kendimle yüzleştim. Ares, hepsine tanıktı.
Ve bazen tek kelime etmeden, bir kediyle aynı acıya susmak yeterdi.